17 Ağustos’tan 6 Şubat’a; Enkaz Altında Kalan Bir Ülke!..
TMMOB İnşaat Mühendisleri Odası Yönetim Kurulunun, 17 Ağustos Depreminin 24. yılı, 6 Şubat Depremlerinin 6. ayı nedeniyle yaptığı açıklama.
Eklenme Tarihi: 16/08/2023
Tarihimizin en yıkıcı
depremlerinden olan 17 Ağustos Marmara Depreminin üzerinden 24 yıl, 6 Şubat
Depremlerinin üzerindense 6 ay geçti. Söz konusu depremlerin, coğrafyamızın
gördüğü en büyük depremlerden olduğuna hiç kuşku yok. Ancak ortaya çıkan can ve
mal kayıplarının nedeni olarak depremlerin büyüklüklerine vurgu yapılması,
şimdiye kadar çoktan alınması gereken önlemleri almayan, bilime ve mühendisliğe
kulaklarını tıkayan anlayışın sığındığı bahaneden öte bir anlam ifade
etmemektedir.
17 Ağustostan Sonra Ne
Olmuştu, 6 Şubattan Sonra Ne Oldu?
1999 Gölcük Depremi Cumhuriyet
tarihinin en büyük depremlerinden biri olarak kayıtlara geçmiş, 7,4
büyüklüğündeki bu deprem tüm Marmara Bölgesini etkilemiştir. Deprem 20 bin
civarında yurttaşımızın canına mal olurken 50 bin civarında yaralanmaya sebep
olmuştur. Bölgede yaklaşık 113 bini yıkık ve ağır hasarlı olmak üzere toplam
365 bin bina hasar görmüştür. 99 depremlerinin can ve mal kayıplarının yanı
sıra ekonomiye de etkisi büyük olmuş, 2001 ekonomik krizinin önemli
sebeplerinden biri olarak kabul edilmiştir.
Asıl olarak Marmara Depremi,
ülkemizin depreme bakış açısının değişmesinde bir milat olma özelliği
taşımaktadır. Depremlere karşı hazırlığın toplumsal bir farkındalıkla,
mevzuattan uygulamaya kadar her kademede yeniden yapılanma ve dönüşüm ile
mümkün olabileceği tüm kamuoyunca ortak bir fikre dönüşmüştür.
İnşaatlarda kullanılan
malzemelerin kalitelerinin artırılmasına yönelik adımlar, yenilenen deprem
yönetmelikleri ve haritaları, yeni bir yapı denetim mevzuatının varlığı
toplumda 2001 sonrası yapılan yapıların daha güvenli olduğuna dair bir kanaat
oluşturmuş olsa da durumun sanıldığı gibi olmadığı, 20 yıllık zaman diliminde
hiçbir konuda yeterli hazırlığın yapılmadığı 6 Şubat 2023 Depremleriyle ortaya
çıkmıştır.
6 Şubat Kahramanmaraş Depremleri
ve 20 Şubat Hatay Depreminin yaratmış olduğu yıkım ne yazık ki 17 Ağustos
Marmara Depreminin birkaç katı büyüklüğündedir. Depremden etkilenen 11 il ve çevresinde,
resmi rakamlara göre 50 binin üzerinde yurttaşımız hayatını kaybetti, 36 bin
civarında bina depremler esnasında yıkıldı, 311 bin bina ise kullanılamaz hale
geldi. Uzmanlar bu depremlerin ekonomik maliyetinin 120-130 milyar dolar
civarında olduğunu tahmin etmektedir.
6 Şubat Depremlerinin hemen
ardından haftalar boyunca tüm basın-yayın kuruluşlarında yapı üretimi ve
denetimindeki sorunlar enine boyuna tartışılmış, Odamız konuyla ilgili yapılması
gerekenleri, yıkımın nedenlerini tüm açıklığıyla ortaya koymuştur. Ne var ki
Depremin üzerinden henüz 6 ay geçmesine rağmen konu kamuoyunun, yetkili kurum
ve kuruluşların ve yöneticilerin gündeminden çıkmış, verilen sözler çoktan unutulmuş
görünmektedir.
Depremin üzerinden 6 ay geçmesine
rağmen bölgede yıkımı bekleyen ağır hasarlı yapılar tehlike yaratmaya devam
etmekte, kontrolsüz bir şekilde yürütülen enkaz kaldırma işlemleri çevreye ve
insan sağlığına zarar vermekte, imar planlarının oluşturulması süreçleri aksamakta,
barınma ve su gibi en temel gereksinimler bile karşılanamamaktadır.
Deprem bölgesinde bazı geçici
barınma alanlarının altyapı çalışmalarının tamamlanamadığı ve dolayısıyla pek
çok konteynerin depolarda bekletildiği, binlerce yurttaşımızın hala çadırlarda
yaşamak zorunda kaldığı, konteyner kentlerde belediye hizmetlerinde ciddi eksikliklerin
yaşandığı ve ulaşım sorununun bu kentler için temel bir mesele haline geldiği
gözlenmektedir.
Depremlerden Korunmanın Yolu
Riskleri Azaltmaktan Geçmektedir
Var olan yapı stokunun büyük çoğunluğu, deprem yönetmelikleri dikkate
alınarak yapılmamıştır. Yapılar ya mühendislik hizmeti olmadan üretilmiştir ya
da yeterli düzeyde mühendislik hizmeti almamıştır. TBMM’nin İzmir Depremi sonrası
kurduğu Araştırma Komisyonun Temmuz 2021 tarihli raporuna göre Türkiye’de 10
milyon civarında olan yapı stokunun 6-7 milyon civarında olan kısmı riskli yapı
statüsündedir. Bu risk ortadan kaldırılmadığı veya azaltılmadığı sürece ülkemiz
büyük yıkımlarla defalarca yüzleşeceği gibi, depremler sonrası müdahalelerde de
yetersiz kalmaya mahkum olacaktır.
Bugün riskli yapı miktarımız istatistiksel yöntemlerle tahmin
edilmektedir. Oysa, Ulusal Deprem Stratejisi ve Eylem Planına göre 2017
yılına kadar ülkemizdeki yapı stokunun envanterinin çıkartılıp bunlara müdahale
edilmesi gerekmekteydi. Ne yazık ki 2023 Türkiye’sinde yapı envanterin nasıl
çıkarılacağının yöntemi bile belirlenmiş durumda değildir.
Yine TBMM’nin Kahramanmaraş merkezli Depremlere ilişkin çıkarmış olduğu
Mayıs 2023 tarihli raporundan anlaşıldığı üzere son 11 yıl içerisinde ülke
genelinde 238 bin civarında riskli yapıya “Kentsel Dönüşüm” adı altında
müdahale edilerek yenilenmesi sağlanmıştır. Yani 2012 yılından bu yana riskli
olduğu düşünülen yapı miktarının sadece %3-4 civarındaki kısmı
yenilenebilmiştir.
Aynı durum çok ciddi bir deprem tehdidi altındaki İstanbul için de
geçerlidir. Bir milyon beş yüz bin civarında yapının olduğu İstanbul’da Çevre,
Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığının tahminlerine göre 600 bin
civarında yapının riskli olduğu belirtilmektedir. Buna karşılık 81 bin 228
binanın “Kentsel Dönüşüm” kapsamında yıkılıp yenilendiği TBMM’nin Mayıs 2023 tarihli
raporunda ifade edilmektedir. Buna göre İstanbul’daki riskli yapı dönüşümünün
son 11 yıl içeresinde %13-14 civarında kaldığı görülmektedir. Aynı yöntemlerle
devam edilmesi halinde İstanbul’un “güvenli” bir yapılaşmaya kavuşması 80 yıl gibi
bir zamana yayılacaktır! Kaldı ki bu türlü bir dönüşümün sağlıklı bir kentsel
dönüşüm projesi olmadığını aynı rapordaki veriler ortaya koymaktadır. İstanbul’da
dönüştürülen 81 bin 228 binadaki 381 bin 214 konut ve 53 bin 942 işyerine
karşılık, 702 bin 593 konut ve 64 bin 256 iş yeri yapıldığı ifade edilmektedir.
%85 civarındaki yoğunluk artışı kent üzerinde ulaşım, altyapı, sosyal olanaklar
gibi konularda büyük bir baskı oluşturup yaşanamaz kentler yaratırken, deprem
açısından da yapısal riskleri kentsel risklere dönüştürmektedir. Deprem
risklerinin azaltılması kentsel yoğunluğun azaltılmasıyla doğru orantılıdır.
Rant odaklı kentsel dönüşüm projeleri riskleri azaltmadığı gibi artırmaktadır.
Kaldı ki gerçekten acil olarak dönüştürülmesi gereken binalar/bölgeler rant
getirisi olmadığı takdirde kaderine terkedilmektedir. Rantsal getiriden
faydalanmak için son dönemlerde yapılmış ve yapısal risk taşımayan bazı binaların
da kentsel dönüşümden faydalanarak yıkılıp yeniden yapıldığı bilinen bir
gerçektir.
Riskler sadece bunlarla sınırlı değildir. Deniz kıyıları, dolgu alanları,
dere yatakları ve çevresi ciddi bir riskle karşı karşıyadır. Okullar,
hastaneler, itfaiye binaları ve diğer kamu binalarının deprem güvenlikleri
belirsizdir. Ulaştırma yapıları, su yapıları, altyapı şebekeleri, su arıtma
tesisleri, doğalgaz, enerji ve haberleşme ağları risk altındadır. Tarihi ve
kültürel yapılar büyük bir risk altındadır. Kentlerimizdeki benzin
istasyonları, yanıcı, zehirleyici ve kirletici maddelerin işlendiği,
depolandığı ve dağıtıldığı yerlerde ciddi bir risk vardır. Bu tür aktiviteler
çoğu kez iskân alanlarıyla iç içedir.
Yeni Riskli Yapı Oluşmaması için Yapı Denetim Sisteminin Değişmesi Gerekir
6 Şubat depremleri açık bir
şekilde göstermiştir ki yapı denetim hizmeti en temelde bir kamu görevi olarak
ele alınmalı, serbest piyasa koşullarına terk edilmemelidir.
Çünkü bir yapı, mülkiyeti ister
devlette, ister gerçek kişilerde, isterse özel kuruluşlarda olsun doğrudan
toplumun güvenliğini, tarihini, kültürünü, konforunu, ekonomisini ve çevresini etkileyen/ilgilendiren
bir varlıktır. Bu özelliklerinden dolayı yapılar kamusal varlıklardır.
2001 yılında çıkarılan 4708
sayılı Yapı Denetimi Hakkında Kanun özel Yapı Denetim Kuruluşları ve
Laboratuvarları ile denetimin daha sağlıklı yapılabileceği varsayılsa da bu
sistem ile denetim hizmetinin kamusal niteliği yok sayılmış ve denetim hizmeti
ticarileştirilmiştir. Mevcut sistemin asli unsurları olan yapı denetim kuruluşları
doğası gereği kâr amaçlı ticari kuruluşlardır ve devlet bu kuruluşlar üzerinde
etkin bir denetim mekanizması kuramamıştır.
Üstelik 2019 yılına kadar
müteahhitlerin kendi denetim şirketlerini belirlediği bir sistem yürürlükte
olmuş ve 18 yıl boyunca müteahhitlerin kendi denetçilerini seçmesiyle yapı
denetimi işleri yürümüştür. 2019’dan sonra müteahhidin kendisinin denetçiyi
belirleme sisteminden çıkılarak havuz sistemine geçilmesi de sorunları çözmeye
yetmemiştir.
Teknik kadrolar nitelikleri ve yapabilirlikleri
sorgulanmaksızın yapı denetimi sisteminde görev üstlenebilmektedir. Oysa, denetim
hizmetlerini yapanlar, yapılan işin önemi gereği bilgi, deneyim ve uzmanlık
sahibi olmak durumundadır. Ancak sistem bu tür elemanların görev yapabilmesine
olanak sağlamamaktadır. Bununla birlikte yapı denetim kuruluşlarında çalışan
mühendisler bir maliyet kalemi olarak görülmekte, nitelikli işgücünden kaçınılmakta,
hatta hizmet almadan teknik elemanların imzalarını kullanma yoluna gidilmektedir.
Mevcut Yapı Denetim Yasası’nın
öngördüğü, ticari yanı ağır basan yapı denetim şirketi modeli yerine; uzmanlık
ve etik değerlere sahip yapı denetçilerinin etkinliğine dayalı, meslek
odalarının sürece etkin katılımını sağlayacak yeni model hayata geçirilmelidir.
Proje denetimi ve yapı denetimi birbirinden ayrılmalı, proje denetimi doğrudan
kamu eliyle yapılmalı, Yapı Denetim Kuruluşları doğrudan kamuya karşı sorumlu
olmalı ve onun denetiminde çalışmalıdır.
Yapıların İnşa Aşamasındaki Mühendislik Hizmetleri Hayati Önemdedir
Deprem ve diğer afetlerin
yapılarda yaratmış olduğu hasarların çok büyük bir kısmının imalat
kusurlarından kaynaklandığı bilinmesine rağmen inşa sürecinin temel aktörü olan
şantiye şefliğine gerekli önem verilmemektedir. Uygulamada şantiye şefliği
hizmeti sadece resmi prosedürleri tamamlamak amacıyla kağıt üzerinde
kalmaktadır. Dolayısıyla Şantiye Şefliği formalite olmaktan çıkarılmalı, her
şantiyede tam zamanlı olmak üzere bilgili ve işin gerektirdiği deneyime sahip mühendisler
vasıtasıyla yapılması sağlanmalıdır.
Yetkin Mühendislik Şarttır
Bugün ne yazık ki, ülkemizde bir
işi yapabilme yeterliliğine haiz olmanın ölçütü, diploma sahibi olmaktan
geçmektedir. Diploma, mühendis ya da mimarın o konuda eğitim almış kişi
olduğunu göstermenin yanı sıra o alandaki işi yetkinlikle yapabilmenin de
göstergesi sayılmaktadır. Oysa
diplomanın belgelediği eğitim her koşulda çok önemli ve gerekli ise de bir işi
gerektiği gibi yapabilmenin ölçütü olarak alınamaz. Bunun, öğretici,
geliştirici, olgunlaştırıcı ve nitelikli bir uygulama deneyimi ile
tamamlanması, bir başka deyişle, mühendisin düzeyli bir uygulamanın içinde
pişmesi gerekmektedir.
İnşaat mühendisliği çok geniş bir
mühendislik dalı olma niteliğinin yanı sıra uygulaması ile de tecrübenin büyük
öneme sahip olduğu bir meslek alanıdır. Dört yıllık bir mühendislik lisans
eğitimini tamamlamak, mühendislik yetki ve sorumluluklarını kullanmak için
yeterli değildir. Bu sebeple, inşaat mühendisliğinin ilgi alanına giren
konularda halkın güvenli yaşam hakkının korunması ve yatırımların ekonomik
sınırlar içerisinde kalması amacıyla “Yetkin Mühendislik” sisteminin hayata
geçebilmesi için yasal düzenlemelerin yapılması gerekmektedir. Dolayısıyla 1938
yılından bugüne değiştirilmemiş olan 3458 sayılı Mühendislik ve Mimarlık Kanunu
değiştirilmeli Meslek Odalarının kendi meslektaşlarını yetkinliklerine göre
belgelendirme ve yetkilendirme hakkı getirilmelidir. Çünkü tüm dünyada olduğu
gibi meslek içi eğitim, mesleki bilgiyi-deneyimi ölçme ve değerlendirme,
mesleki faaliyetlerin ve meslek etiğinin takibi gibi süreçler ancak Meslek
Kuruluşları aracılığı ile yapılabilir ve sürekliliği sağlanabilir.
Çevre, Şehircilik ve İklim
Değişikliği Bakanlığı, gerek kamu kurumlarının, gerekse kamusal alanların
ihtiyaç duyduğu nitelikli mühendislik hizmetlerini tanımlarken Meslek
Odalarının belgelendirme sistemlerini baz almalıdır. İmar Kanunu, Yapı Denetim
Kanunu, Afetlerle ilgili Kanunlar, İhale Kanunu gibi yapılaşmayı belirleyen pek
çok kanun ve bağlı yönetmelik, şartname ve tebliğlerinde tarif edilmeye
çalışılan mühendislik hizmetleri Meslek Odalarının vereceği belgeler ile
tanımlanmalıdır.
Sonuç
1- Özellikle son 20 yıl
içerisinde başta depremler olmak üzere tüm afetlere yönelik politikaların ve
atılması gereken adımların tüm boyutlarıyla neler olması gerektiği konularında,
başta kamu kurumları ve karar organları olmak üzere hemen her kurum tarafından
raporlar, planlar hazırlanmış ve kararlar üretilmiştir. Ancak son depremler
sonuçları itibarıyla göstermektedir ki, alınan kararlar ve yapılan çalışmalar
büyük oranda palyatif kalmış durumdadır. Dolayısıyla öncelikle sağlam, kararlı
ve istikrarlı bir siyasi irade ile kamunun ihtiyaç ve menfaatlerini gözeten,
meselelere bütüncül ve bilimsel bakabilen politik bir anlayışa ihtiyaç vardır.
2- Afetlere hazırlık çalışmaları
kaynak ve zaman gerektiren uzun soluklu çalışmalardır. Yani siyasi kadroların
ihtiyaç duyduğu ve kendi dönemlerinde yapıp bitirebilecekleri gösterişli
yapılar/faaliyetler olma özelliğine sahip değildir. Dolayısıyla gerek merkezi,
gerekse yerel yöneticilerin esnetip gevşetemeyeceği yasal düzenlemeler
yapılmalı, kaynakların doğru ve yerinde kullanımı için önlemler alınmalı,
aksine davranışların hukuki ve cezai yaptırımları olmalıdır.
3- Rant odaklı imar düzeni ile
yapılaşmada kuralsızlığın ve cezasızlığın hakim olması kaçak yapılaşmanın önünü
açmakta bunun sonucunda da imar afları zorunlu hale gelmektedir.
Unutulmamalıdır ki, yozlaşma kültürü büyükten başlayıp küçüğe doğru
yayılmaktadır. Sermaye gruplarının, “güçlü” kesimlerin inşaatlarına göz yumup
tam tersine özel düzenlemelerle hukukileştirmeye çalışılmak toplumun geneline
emsal teşkil etmektedir. İmarda kural kuraldır. Merkezi ya da yerel
siyasi/iktisadi aktörlerin çıkarlarına göre delinmemelidir.
4- İmar planları doğayı ve toplumsal
yaşamı etkileyen, şekillendiren bütüncül planlardır. Afet risk haritaları,
mikro bölgeleme çalışmaları, büyüme projeksiyonları, ulaşım ve altyapı planları
gibi alt çalışmalar, bilimsel ve teknik içerikli, çok yönlü, çok bileşenli
çalışmalardır. Bu kriterlere göre hazırlanmayan veya özel uygulamalarla sürekli
delinen/değiştirilen planlar, sağlıklı yapılaşmanın önceli olan sağlıklı
kentleşmeyi olumsuz etkilemektedir. İmar planlarının sağlıklı bir şekilde
oluşturulması ve sürdürülmesi nitelikli katılımcılıkla mümkündür.
- İster yeni alanlar üzerinde yapılan çalışmalar,
ister mevcut planlar üzerindeki tadilatlar olsun her türlü imar çalışması
şeffaf, katılımcı ve tekniğine uygun olmak zorundadır.
- Tarımsal ve riskli alanların yapılaşmaya
açılması sınırlandırılmalı, sorunlu, zayıf zeminlerde yüksek katlı konut ve
benzeri yapılar için yapı izni verilmemelidir. İstisnai durumlarda kural ve
kriterler titizlikle belirlenmeli ve denetlenmelidir.
- Özellikle çok katlı konut yapılarında yapısal
düzensizlik yaratan uygulamalara son verilmelidir.
5- Sağlıklı yapılaşma, nitelikli
bilimsel/teknik kurallar, nitelikli eğitim, nitelikli mesleki hizmetler,
nitelikli müteahhitlik ve nitelikli kamusal denetim ile mümkündür.